Hayal Gücü

Hayal gücü ve yaratıcılık birbirine uzak düşmeyen kardeşler. Çoğumuz bu yeteneklere neden gıpta ile bakıyoruz?
Yaratıcı, çığır açan, mucit, kaşif, vb. saymaya devam edebileceğimiz nitelikte kişiler hayatlarımızı zenginleştirmek, daha iyiye kapı açmak veya gelişmemizi sağlamak açısından paha biçilemez kişiler. Toplumun da sınırlarını zorlayan ve takdirini kazananlar olduklarını söylemeye gerek yok. Haklarında kitaplar yazılan, şarkılar bestelenen, şiirlerde anılan ve filmleri çekilenler onlar.
İyi de onları bu kişileri bu kadar özel yapan ne? Daha da önemlisi gerçekten özel kişiler mi?
İki şeyin baştan altını çizmemiz gerek:
  • Yukarıdaki konular da dahil hemen her konuda yeteneğin, genetiğin veya Allah vergisinin payı en çok %10. Gerisi ise çalışma ve doğru geri besleme. Üstelik bu %10’a kadar olan pay da çalışma ile kapatılabiliyor.
  • Hayal gücü, yaratıcılık ve öğrenme yeteneği bebeklikten itibaren hemen tümümüzde büyük miktarda mevcut.
Birinci konuya gelirsek, eğer fiziki veya fizyolojik bir avantaj sağlamıyorsa doğuştan gelenlerin bir yeteceğin kazanılmasında ki, bu bir sanat dalı da olabilir, bir zanaat da bir bilimsel disiplin de, çalışma ile kapatılamayacak bir fark yaratmaz. Bu alanlarda ilerleyen ve dürüst olan kime sorsanız başarılarının ardında çok çalışma olduğunu söyleyeceklerdir. Çok çalışma, çok tekrar, doğru kasların doğru gelişimi, beyinde doğru bağlantıların kurulması, kas hafızası olarak adlandırdığımız ama asıl hali ile sinir hafızasının yerleşmesi. Olası senaryo ve kombinasyonları yaşama ve doğru alternatifi hızla seçebilme becerisi.
Müzik dünyasında çok söylenen bir sözdür: Bir parçayı veya bölümü, doğru çalabilene kadar değil, yanlış çalamayana kadar çalışırsınız. O artık sizin bir parçanız olur. Sonra da bu parçaları alternatif akor veya melodi dizileri geldiğinde ritme uygun olarak hafızanızdan çağırıp çalabilirsiniz. Doğu, batı, klasik, modern müzik fark etmeden bu kural böyle işler.
İkinci konuya gelince olay biraz daha çok boyutlu hale geliyor. Neil DeGrasse Tyson’un ifadesi ile söylersek, “hayatlarının ilk 2-3 yılında çocuklar yürüsün ve konuşsun diye uğraşan büyükler, çocukluğun geri kalan bölümünde sussun ve otursun (ortalıkta gezinmesin) diye uğraşırlar.
Bütün çalışmalar ortaya koyuyor ki, çocuklar merak, bilimsel düşünce temelleri ve çok yönlü yeteneklerle doğuyor. Fakat daha sonra bütün bu açık kanalları tıkamayı, yetenekleri söndürmeyi başarıyoruz. Ardından da bir daha açmak için varımızı yoğumuzu ortaya döküyoruz. Aman bu çocuk kurslara gitsin, iyi okullara gitsin, atölyelere katılsın.
Proje çocuklar bu çabanın ürünü. Aslına bakarsak bu konuda baştan hiç bir şey yapmasak zaten aynı sonucu alacağız. Bütün proje başladığımız noktaya geri dönebilmek için.
O zaman bu yanlışı neden yapıyoruz? Belki de sorun genetiktir. Yine bilimsel araştırmalara dönersek, insanlarda atak veya temkinli olmayı düzenleyen bir gen/gen kombinasyonu var. Bunun bir haline “otur oturduğun yerde” diyorsunuz, diğer halinde ise “şu tepenin ardında ne var?” diyorsunuz. Şu tepenin ardında ne olduğuna bağlı olarak gidenlerin aramızdan ayrılma (ebediyen) oranı yüksek olduğundan genlerin topluluk içindeki frekansı oturanlardan yana değişiyor. Kural koyma, sonucunda da çocukları yetiştirme konusunda bu genlere bağlı kural ve davranış kalıpları ağırlık kazanıyor. Ayrıca kurulu düzeni korumak ve çok sorgulatmamak da suyun başında olanların işine geliyor.
Derken kendimizi çürütmüş olduk. İnsanların merakı genetik ama kendilerinde olan genler değil bunlar. Kuralları koyanların genleri.
Bu yüzden okuyun, okutun, inceleyin, gözleyin, güvenli sınırlar içinde deneyler yapın ve çok çalışın. Özellikle kuralların yeniden yazıldığı, normalin yeni koordinatlarına karar vermeye çalıştığı dönemde aynı yerde durmakta inat etmek yapılabilecek en yanlış şey. Hele çocukları buna zorlamak onlara ihanettir.